[Hikaye] Side ve Posa 1. Bölüm
![[Hikaye] Side ve Posa 1. Bölüm](https://www.semihtemizer.com/wp-content/uploads/2024/08/side-960x517.jpg)
Side ve Posa 1. Bölüm
Azı dişlerinde evire çevire çiğnediği şeker kamışıyla aylaklığın hakkını verircesine insanlara sataşmaktan geri durmuyor; kızgın kumların üstünde yalın ayak koşuşan çocukları kıskandırırcasına lastik ayakkabılarıyla pazara doğru yürüyordu. Yol üstünde akranı sayılan her çocukla bir yolunu bulup fütursuzca alay ediyordu. Onu görenler ya önlerine bakıyor ya da yollarını değiştiriyorlardı. Servetin verdiği şımarıklıktan başkası değildi bu. Halk usanmıştı artık bu durumdan. İnsanların “Babası kabile şefi olmasaydı eğer bizden ne farkı olacaktı sanki? Hem aptal hem de kaba!” dediklerini duyuyor ama aldırış etmiyordu.
Pazara yaklaştığı sırada görebildiği en uzak noktada kalabalıklaşan birilerini gördü. Pazarın tâ öteki ucunda… Gün sıradan bir gündü. Pazar, o hep bildiği pazardı fakat bu kalabalık bildiği, gördüğü bir şey değildi işte. Daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı. Yanaklarını da sıkarak görüşünü iyileştirmeye çalıştı ama işe yaramadı. Biraz daha yakınlaşsa daha iyi görebilirdi. Pazarın bir ucundan öteki ucuna avcısından kaçan hayvanlara özgü bir süratle gitti. Kabilesinden birileri de oradaydı. Kalabalığın etrafında halkalandığı bir masa gördü: Masada oturan bir yabancı. Ne olduğunu anlamak istiyordu. Kabilesinden birilerini buldu. Dikkat çekmemek için yavrularının üstüne kapanan bir kumru gibi göğsünü öne eğerek kısık sesle sordu:
“Kim bu?”
“Yabancının biri.”
“Renginden belli oluyor zaten Afrikalı olmadığı. Kim bu, ne için gelmiş?”
“Nereli olduğunu anlamadım ama bir şey satıyor işte…”
“Ne satıyor?”
“Yenen bir şeymiş, galiba bir meyve. Dışı liçiye benziyor ama daha içini açmadı.”
“Liçiyi bize bir yabancı mı satıyor şimdi?”
“Liçi demedim. Liçiye benziyor dedim. Bilmediklerini ancak bildiklerine benzetebilir insan.”
“Sen liçiden başka ne bilirsin ki zaten… Sana soranda kabahat!” diyerek öfkeyle masaya yaklaşmaya çalıştı. Masanın etrafını saran meraklı kalabalık etten duvar örmüştü adeta. Şaşkınlıklarından iç içe girdiklerinin farkında bile değillerdi. Kalabalığı yarmak için şireli elleriyle insanları sağa sola itekledi. Kabile şefinin oğlunun geldiğini anlayanlar bir belaya bulaşmamak için usulca çekildiler. Masada oturan yabancının giydiği gömlek dikkatini çekti hemen. Afrika’da giydikleri geniş kumaşlara benzemiyordu. Anladığı kadarıyla gömlek, pahalı kumaşlardan dikilmiş bir de üzerine tuhaf parçalar eklenmişti. Bazı parçaları ülke bayraklarına benzetti bazılarını ise anlayamadı. Yabancı tuhaf bir dilde elindeki meyveyi anlatıyor, yabancıyı anlayan bir yerli ise konuşulanı çeviriyordu. Yabancı, elindeki meyvenin içinde binlerce küçük tanecik olduğunu, taneciklerin yüzlerce kişiye dağıtılabileceğini söylüyordu. Yabancı konuştukça kalabalık fısıldaşıyordu. O sırada kalabalığın içinden bir genç, tercümana seslendi:
“Adını sorsana şunun!”
Tercüman bunu nasıl unuturum dercesine sağ elini aşağı yukarı salladı. Genç adamın sorusunu yabancıya tercüme edip yabancının cevabını aynen telaffuz etti:
“Nar. ‘Nar’ diyor.”
Hiç duymamışlardı böyle bir kelimeyi. Dillerine yakın bulmadılar da… Meraklı kalabalık dilleri döndüğünce fısıldaşmaya devam etti. Boğuk, titrek ve bozuk bir “nar” uğultusu çarpıyordu kulaklara…
Korkunun perdesi bir kere yırtılmaya görsün. Cesaretin ardı arkası kesilmezdi. Genç adam, korkularını yenmişti bir kere. Sabaha kadar korkusuzca soru sorabilirdi. Pervasızca sesini yükseltti:
“Ne kadar istiyormuş bir nar için?”
Yabancının soğuk cevabı “Yüz dolar.” diye tercüme edildi. Yüz dolar! Afrikalı insanlar bir ay çalışmanın karşılığında bunun ancak çeyreğini alabiliyorlardı. Fısıltı yerini sessizliğe bıraktı. Yoksulluğun karanlık kasveti yine susturmuştu insanları. Yüz dolar bir kabile şefi için para değildi oysaki. Kafasını kaldırıp gözleriyle kalabalığı süzdü. Babası buralarda yoktu. Kalabalığın arasında ayakları çıplak olanlar da vardı. Ayakları kızgın toprağın üstünde kısa sürede yandığı için sık sık ayaklarını kaldırıp indiriyorlardı. Bu şekilde kum dolan ayakkabısını ters çevirip tekrar giydi. Kalabalığı koşa koşa terk etti. Çiftliklerine en kısa sürede ulaşmak için kendini zorluyordu. Art arda alınan derin nefesler, genişleyen göğüs ve deveran eden kan… Onu çiftliğe doğru koşarken görenler acaba babasına bir şey mi oldu diye seviniyorlardı. Buruk, korku dolu ve gizli bir sevinç… Kabile şefi en az oğlu kadar kaba biriydi. Sadece kabilesinin mensupları değil tüm yerliler onu görünce tiksiniyorlardı. Ne çare? Dünya; ezenlerin rüyası, ezilenlerin kâbusuydu zaten. Sıcak ve soğuk, örs ve çekiç…
Çiftliğin kapısından içeri bir mızrak gibi girdi. Bahçedeki tüm hayvanlar korkuyla sağa sola kaçıştılar. Uçmaya çalışanlar mı dersiniz ölü taklidi yapanlar mı… Babasının devamlı oturduğu odaya yöneldi. Odada babasının dışında ayakta bekleyen ırgatları gördü. Askerî intizamla sıraya girmişlerdi resmen. Kabile şefi tekebbürle ırgat yevmiyelerini dağıtıyordu. Gün doğumundan gün batımına kadar kusursuz çalışan bu ırgatlara kabile şefi yalnızca birer dolar yevmiye dağıttı. Irgatlar mahcubiyetle yevmiyelerini alıyor, kaçamak gözlerle odadakilere bakıyor, sessizce evlerinin yolunu tutuyorlardı.
Son ırgat da odadan çıkınca olayı babasına açtı. Pazarda bir yabancının bulunduğunu, Akdeniz ikliminde yetişen bir meyve sattığını, insanların merakla üşüştüğünü, bir meyvenin tam yüz dolar olduğunu tarifsiz bir iştahla anlattı. Kabile şefi çatık kaşlarla bufalo derisinden yapılmış yayvan koltuğuna yaslanıp çiftliğe uzun uzun baktı. Uçuşan sineklerin kanat sesleri dışında odada hiç ses yoktu. Uzun bir süre odaya sessizlik hakim oldu. Önce biraz homurdanan sonra ağaç kütüklerinden yontulan parlak masasına buruşmuş dirseklerini dayayan kabile şefi sessizliğini bir soruyla bozdu:
“Ne istiyorsun oğlum?”
“Gücünü pekiştirmeni istiyorum baba. Kabilene sahipliğini hatırlatmanı istiyorum sadece.”
“Nasıl olacak o iş?”
“Kabilenin en zengini sensin. En zengini dememe bakma tek zengini de sensin. Bu insanlar karınlarını doyurmayı bile beceremiyorlar zaten. Eğer bu meyveyi biz satın alırsak…”
“Tamam tamam, yeter.” diyerek oğlunun sözünü kesti şef. Düşüncelere daldı… Bir meyve hatta bir meyvecik gücünü pekiştirebilir miydi onun? Zaten şef değil miydi, ne gerek vardı böyle şeylere?
“Baba, korkma. Korkma kaybetmezsin. Zaten bu insanlara yıllardır hak ettiklerinden daha azını veriyorsun. Bu insanları köle gibi çalıştırıyorsun. Hayatlarını hiçe sayıyorsun. Bugün vereceğinin mislini kazanmışsındır bugüne kadar. Kaybedecek bir şeyimiz yok.”
“Yüz dolar. Tam yüz dolar ha… Yüz dolar bir işçiyi 100 gün çalıştırmak demek, biliyorsun değil mi?”
“Dön şu çiftliğe baksana baba. Neyimiz eksik? Yüz dolara ne için ihtiyacımız olabilir ki? Efendiler için kuruş sayılanlar köleler için servet sayılmaz mı? Köleler için servet sayılanlar şefler için kuruş sayılmaz mı?”
“Önce Mavutula’nın yanına git, ona biz dönene kadar çiftliğe göz kulak olmasını emrettiğimi söyle. Eğer döndüğümüzde eksik bir şey olursa bugün yevmiye alamaz. Mavutula’nın, senin söylediklerini anladığından emin olduktan sonra, genelde ilk söyleyişte anlamaz çünkü, Yator’un yanına git ve derhal arabayı hazırlamasını emrettiğimi söyle.”
Babasının odasından çıkarken bir çatırtı duydu. Sesin geldiği yöne baktığında Yator’un paslı bir jileti sivrilttiği ağaç dalına takmaya çalıştığını gördü. Yator’a seslendi. Aklına babasının şart koştuğu sıralama geldi. “Bekle orada!” demekle yetindi.
Mavutula’nın odasına sesinin duyulacağı mesafe kalana kadar yaklaştı. Babasının emirlerini harfiyen aktardı. Yevmiye tehdidini duyduğunda Mavutula’nın yüzü asıldı. Hüzünle kafasını salladı: “Anlaşıldı efendim!”
Yator emri duyar duymaz jiletli değneği çitlere yaslayıp arabayı hazırladı. Eski savaş cipi sayılan tozlu araçla yola çıktılar. Pazara yaklaştıkları sırada bir evin önündeki kalabalık içeri doğru “Şef geliyor… Müjdeler olsun şef geliyor…” diye seslendi. Şef göz ucuyla kalabalığı süzerken evden fırlayan bir adam arabanın önüne atladı. Ani frenle şefin koca burnu ön koltuğa çarptı. “Ne oluyor Yator! Ne yapmaya çalışıyorsun aptal herif?!” diye kükredi şef. Yator mahcubiyet dolu titrek sesiyle cevap vermeye çalışırken şef indi arabadan. “Ne oluyor be adam?!” diye bağırdı.
“Ne diye arabanın önüne atlıyorsun ahmak herif?”
“Efendim… Efendim az önce bir çocuğum oldu. Yani az önce hatta şimdi. Akrabalarım şef geliyor deyince ona dua etmenizi istedim. Efendim lütfen evladımın şansını açın. Yalnızca birkaç dakika… Lütfen…”
Şef tatsız bir surat ifadesiyle “Peki.” diye mırıldandı. Ne kadar isteksiz olduğu yüzünden okunuyordu. Körler bile görebilirdi…
Eve girdiklerinde zayıf dalların üstünde yatan anneyi gördüler. Bebeğin ağlaması henüz kesilmemişti. Şef, bebeği pörsümüş kollarının arasına aldı. Dudaklarını açıp yumarak ne idiği belirsiz dualar okudu. Çocuğa verilen ismi sordu. Babası, “Efendim, sizi gördü ve doğduğu gün kollarınıza kavuştu. İzin verirseniz ismini ‘Makafui’ koymak isterim?” dedi. Makafui yerel dilde “Yaratıcıya şükürler olsun.” anlamına geliyordu. Şef aldığı cevaptan oldukça memnun kaldı. Şef, mağrur bir edayla tebessüm ederek çocuğun babasına bir bakır lira uzattı. Kalabalığı selamladıktan sonra çabucak arabaya bindiler.
“Baba, çocuğun kulağına okuduğun duaları nerede öğrendin?”
“Senin yaşlarındayken… Hatta daha küçük olmalıyım, büyükannem ezberletmişti.”
“Büyükanne demek… Yüzlerce din adamı bir büyükanne etmiyor anlaşılan…”
“Kes sesini. Bilmediğin şeyler hakkında bir kez daha yorum yapma sakın!” diyerek adeta kılıç çekmişti şef. Oğul, yutkunarak sustu.